Günay Evinch

Günay Evinch

Günay Evinch

Günay Evinch, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Makedonya’da yaşamış Türk kökenli bir ailenin Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan 2. kuşağına mensuptur. Washington D.C’de dış işleri hukuku üzerine çalışan Evinch’in, Türkiye ile bağları her zaman çok güçlü olmuştur. Henüz sadece 6 aylıkken, ailesi onu büyükbabası ve büyükannesinin de görebilmesi için Türkiye’ye yollamıştır. Bu yolculuğu bir uçuş görevlisinin yardımıyla tek başına gerçekleştirip Atlantik Okyanusu’nu 6 aylıkken tek başına aşan ilk bebek olmuştur.

Günay Evinch, ABD’de yaşayan Türk kökenli Amerikalıları ulusal düzeyde en geniş ve kapsayıcı şekilde temsil eden Türk-Amerikan Ulusal Yönlendirme Komitesi eş başkanı olarak görev yapmaktadır. Amerika’nın prestijli Cosmos Klübü’ne kabul edilen ilk Türk-Amerikan hukukçusu olmasının yanı sıra Maryland Valiliği’nin Ortadoğu Komitesi’nde komisyon üyesi ve Amerikan Ulusal İstihbarat Ofisi’nde Türk-Amerikan temsilcisidir.

1991 yılında, uluslararası hukuk alanında çalışmalar yürütmek üzere Amerikalılara verilen Fulbright Bursunu almaya hak kazanan Evinch, Türkiye’de kendisine ev sahipliği yapan üniversite Ankara Üniversitesi olmasına rağmen, zamanının büyük bir kısmını sahada, Türkiye’nin doğusunda, Ermeni İsyanını (1885-1919) araştırarak geçirmiştir. 1994 yılında, hukuk fakültesinden bir arkadaşı ile birlikte Washington D.C.’de Saltzman & Evinch adını verdikleri bir hukuk firması kurmuşlardır.

Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Manisa’dan Amerika’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1963 yılında Chicago’da doğdum. Çok varlıklı bir aile değildik, fakat güçlü aile değerlerimiz ve iş ahlakımız vardı. Atatürk’ün evrensel değerlerine bağlıydık ve kendimizi Türk mirasının bir elçisi, temsilcisi olarak görüyorduk. San Fransisco’da büyüdüm ve 1993 yılından beri Washington D.C’de yaşıyorum. Hukuk derecemi Washington & Lee Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1991 yılında tamamladım. Lisans derecemi ise 1986 yılında California Üniversitesi Davis kampüsünde Kamu Hizmeti ve Ekonomi Bölümü’nden aldım. Bunun yanı sıra, Madrid Üniversitesi’nde Avrupa Birliği Hukuku alanında bir yaz ders aldım.

Boş zamanlarımda futbol oynamayı seviyorum – iyi ya da kötü farkı gözetmeksizin Türk Milli Futbol Takımının videolarını topluyorum. Gitar çalıyorum, lise ve üniversitedeyken bazı arkadaşlarımla kurduğumuz “Crystal Lattice” adlı bir rock grubumuz vardı ve Pink Floyd, Genesis, Led Zeppelin, Rush’ın müziğinden, Sartre ve Rousseau’nun felsefesinden oldukça etkilenmiştik.

Sacramento’da federal kamu avukatının ve San Fransisco’da da bölge savcısının yanında staj yaptım. 1991-93 yılları arasında Fulbright Bursiyeri olarak Türkiye’de bulundum. Bu dönemde edindiğim birikim, mesleki gelişim açısından edindiğim en önemli deneyimlerden biridir. Bu sayede Türkiye ile bağlantılı olarak hukuk ve uluslararası siyaset alanında güncel konuları inceleme şansım oldu.

Avukat olmaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu mesleğe yönlendiren özel bir kişi ya da olay var mı?

Bu kararı almamda farklı kişilerle yaptığım fikir alışverişleri etkili oldu., Bazılarını şu şekilde sıralayabilirim:

  • Çinli ortaokul öğretmenim, Mr. Tom beni öğrenci birliği başkanlığı seçimlerine girmem konusunda cesaretlendi rdi. Yalnız bu seçimi değil, ilerleyen yıllarda lise, üniversite ve hukuk fakültesinde eğitim gördüğüm dönemlerde de öğrenci birliği başkanlığı seçimlerini kazandım.
  • Lisede Brezilyalı tarih öğretmenim Mr. Madruga, benden sınıf arkadaşlarıma Anayasa Hukuku davalarıyla ilgili özetler ve sunumlar yapmamı istemişti.
  • Sacramento’da federal kamu avukatı Karl Larsen, sakin bir yaz gününde bana şöyle dedi: “Biliyor musun Günay, Türkiye bir gün ÇOK ÖNEMLİ bir ülke olacak – senin yerinde olsam, Türkiye’nin avukatı olurdum.”
  • Profesör Heath Lowry, bana kısaca neden Ermeni soykırımı iddiaları konusunda düzgün bir hukuki analize ihtiyaç duyulduğunu, soykırım kavramının bir siyasal ya da sosyolojik tanım hatası değil, hukuk tarafından tanımlanmış bir suç olduğunu açıklayarak anlatmıştı;
  • Annem Evşen ve babam Hüsam, sık sık şu sözleri ile bana nasihat ettiler, “Günay, haklı olmak yeterli değil, insanları sürekli ikna etmen de gerekecek çünkü hukuk siyasetin çocuğudur”.

Fulbright Bursuna başvuru yapmaya nasıl karar verdiniz? 

Hukuk derecemi almak için yazdığım bitirme tezimde uluslararası hukuk çerçevesinde Ermeni meselesini inceledim. Fakat, gerçekleri bulmak, bölge ve insanları ile ilgili bir fikir edinmek için beni “savaş alanına” götürecek güvenilir bir programa ihtiyaç duyuyordum. Amerikan-Türk Fulbright programı, kaynaklara, iletişim ağlarına ve hukuksal analiz ile test edilecek saha deneyimine en iyi erişimi sağlayacak program olduğu için en uygun seçenek oldu.

Türkiye’deki araştırmanızın konusu ve kapsamı neydi?

Birleşmiş Milletler Soykırımın Engellenmesi ve Cezalandırılması Anlaşması’nı Ermeni vakasına uyguladım ve uluslararası hukuka ve eldeki bulgulara dayanarak, bu vakanın soykırım olarak değerlendirilemeyeceği sonucuna vardım. Ancak trajedinin boyutlarını tam olarak anlayabilmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini ve bu araştırmaların, Doğu Anadolu’da Müslüman ve Yahudi nüfusun azalmasında Ermeni İsyanının rolünü de kapsaması gerektiğini belirttim. Hatırlamak gerekir ki, benim ailem de Balkanlar’ı terk etmek zorunda bırakılmıştı ve hayatta kalarak Müslüman karşıtı ve Yahudi karşıtı ayaklanmaları, zulmü, kıyım ve katliamları anlatabilmişlerdi. Osmanlılar Balkanlar’da kaybettiler ama I. Dünya Savaşı’nın getirdiği birebir aynı yokluk koşullarında Doğu Anadolu’da kazandılar.

Fulbright deneyiminiz size mesleki ve kişisel olarak hangi açılardan yardımcı oldu? 

Fulbright bana araştırmalarım için başka hiçbir burs programı ile karşılaştıramayacağım bir erişim imkânı sağladı. Fulbright, tüm araştırmacı gazetecilik veya siyasal araştırma komisyonlarından çok daha güvenilir bir program. Son dönem Osmanlı tarihi konusunda uzman olarak bilinen tarihçilerle sürekli temas halindeydim. Aynı zamanda yabancı diplomatlar, siyasetçiler ve akademisyenler ile de iletişim halindeydim. Bu kişiler, konunun uzmanları değildi fakat bazıları konuya gerçek bir ilgi duyuyordu ya da bazılarının da kendi siyasal ajandaları vardı.

Ermeni İsyanının, dış güçler tarafından finanse edilen münferit terör olayları olarak başlayıp, yabancı hükümetler tarafından finanse edilen bir kitlesel isyana nasıl dönüştüğünü incelerken, PKK ve Suriyeli terörist örgütler ile paralellikler kurmaya başladım. Etnik temsilciler kullanarak toprak kazanma döngüleri tarih boyunca hep tekrarlanıyor. Bu yöntemler, Sevr’in başaramayıp Sykes-Picot’nun başardığı gibi, mikro-milliyetçiliğe dayanan yapay devletler yaratabiliyor. Daha önemlisi bu durum, bir düşmanın hatta bir müttefikin davranışlarını kontrol etmek adına, makro ekonomi ve güvenlik açılarından aksamalar yaratabiliyor.

Fulbright sayesinde daha güçlü, bilinçli ve sakin biri olduğuma inanıyorum. Türkiye’nin doğusunda edindiğim saha deneyimi en basit tabirle heyecan vericiydi. Robert Kaplan’a  “The Ends of the Earth” ve “The Coming Anarchy” kitaplarının yazımında yardımcı olduğum zamanı hatırlıyorum. Diyarbakır’daydık. PKK, Robert ile “Kürtlerin durumunu” konuşmak üzere Amerikan aksanıyla konuşan bir delikanlı göndermişti. Bu genç adam, bir terörist organizasyon olan PKK’yı “özgürlük savaşçıları” olarak meşrulaştırmaya çalışırken, merhum Özal’ı insan hakları konusunda yerden yere vurdu. Konuşması boyunca birçok kez kendi sözüne ara verip bana “Kusura bakma, her şeyi olduğu gibi anlatmalıyım” dedi. Ben de her seferinde “Burası bir demokrasi, istediğin her şeyi söyleme hakkın var” diye cevap verdim. Benim provoke olmadığımı gördükçe, giderek daha çok öfkelendi.

Üç yıl sonra, Diyarbakır valisi Turgut Atalay ve kızı Senem ile Washington D.C.’de tanıştım ve Senem ile evlendik. Sayın Atalay, PKK tarafından gerçekleştirilen bir suikast girişimi sonucunda ağır yaralanmıştı ve rehabilitasyon için Washington’da bulunuyordu. Amerikan aksanı ile konuşan genç bir Kürt delikanlının ofisine gelip kendisinden PKK’ya finansal destekte bulunmasını istediğini anlattı. Atalay, bu kişiyi tutuklatmıştı. Bundan iki ay sonra, PKK, evine yürürken Turgut Bey’e saldırdı ve 8 kurşun ve 2 el bombasından çıkan 100’den fazla şarapnel parçası kendisinin vücuduna saplandı. Turgut Atalay hayatta kalmayı başardı ve bu olay olduğu gibi anlatabildi.

Fulbright Bursunu almadan önce Türkiye’yi ziyaret etmiş miydiniz? Ziyaret ettiyseniz, hangi şehirleri görme imkânınız olmuştu?

Türkiye’yi ilk kez 6 aylıkken ziyaret etmiştim. Yolculuğu bir uçuş görevlisinin kucağında tamamladım ve Türkiye’ye gelince beni büyükbabam Hakkı’ya teslim ettiler. Ailemin bütçesi kısıtlıydı fakat yine de her iki yılda bir Türkiye’yi ziyaret ederdik.

Akrabalarımın çoğu Manisa’da yaşıyordu. O yıllarda Manisa’da kirli sokaklar çoğunluktaydı ve birçok evde sıcak su yoktu. Türkiye için o dönem zor bir dönemdi çünkü ülkede siyasal olarak da bir kutuplaşma vardı ve sokak çatışmaları yaşanıyordu. Birkaç çocuğun Amerikan malı kot pantolon giydiğim için bana sataştığını hatırlıyorum, onlar için ben “emperyalisttim”. Sokakta şort giydiğim için de başka gruplar tarafından rahatsız edildiğimi hatırlarım, çünkü onlar da beni “gâvur” olarak görüyordu. Ailem, genelde ortanın solu bir politik görüşe sahip olmasına karşın, anneannem, Zekavet, bilgece şu tekerlemeyi söylerdi: “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu!” Gerçekten de o dönem Manisaspor’un gençlik tesislerinde futbol oynamanın, o yaz günlerinde beni birçok anlamda kurtardığını düşünüyorum.

Fulbright deneyimimden önce, babamın kayınbiraderi Tayfun sayesinde, İç Anadolu’da Konya ve Akdeniz kıyısında Mersin gittiğim en doğu şehirlerdi. Annemin kayınbiraderi Cengiz beni futbol maçlarına götürürdü ve bu sayede içimdeki futbolcuyu keşfetmeme yardımcı oldu. Kısa ömürlü “futbol kariyerimde” iki uluslararası maçta Amerikan takımında forvet olarak yer aldım, birinde Meksika ile, diğerinde İngiltere ile oynamıştık. Her iki maçı da çok kötü kaybettik ama takımımızın kaydettiği tek golü atmayı başardım.

1974 yazında ben 11 yaşındaydım. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türkiye’deydik. Harekât çok gizliydi; gerçekleşene kadar hiç kimsenin haberi olmamıştı. Sonradan öğrendik ki, amcam Neşet, Kıbrıslı Türklerin katledilmesini önleyen öncü Türk Kara ve Deniz Kuvvetleri’nin kumandanı olarak operasyona katılmış. Adaya sevk edilmeden önce, amcam büyükannemi ziyaret etmişti ve bize göre bu ziyaretin diğerlerinden hiçbir farkı yoktu. Fakat amcam kendi içinde bunu belki de savaşa gitmeden önceki bir veda ziyareti olarak düşünmüştü. 1974 yazı bana Türklerin kriz zamanlarında nasıl birlik olabileceklerini göstermişti.

1974 yılı, aynı zamanda ailemin Türkiye’ye temelli taşınmayı düşündüğü yıldı. Fakat San Fransisco’da Bechtel’de elektrik mühendisi olan babam Türkiye’de iş bulamamıştı. O sonbaharın başında San Fransisco’ya geri döndük ve ilk evimizi satın aldık. Bir akşam, babam tüm aileyi misafir odasında topladı ve şöyle dedi: “Çocuklar, Amerika sizin memleketiniz. Bu ülke, güven duyarak hayallerinizin peşinden gidebileceğiniz, becerileriniz için ödüllendirilebileceğiniz ve yüksek mevkilerde tanıdıklarınız olduğu için kayırılmayacağınız güzel bir ülke. Fakat lütfen anavatanınız Türkiye’yi ve mevcudiyetinizin atası Atatürk’ü hiçbir zaman unutmayın.” Babamın gözleri yaşla dolmuştu ve annem babamın yalnız kalması için bizi odadan dışarı çıkarmıştı.

Fulbright Bursiyeri olarak Türkiye’ye geldiğinizde neler hissettiniz?

1991 sonbaharıydı. Hatırladığım kadarıyla Türkiye’ye gelmek üzere Fulbright bursu alan ilk Türk-Amerikan bursiyer bendim. Bunun ne kadar önemli olduğunu, ABD Büyükelçisi beni Büyükelçilik ’teki resepsiyonda kenara çekip, benden “gururlu ve nadir” diye söz edene kadar anlamamıştım. Basitçe söylemek gerekirse, kendimi Türk-Amerikan ilişkileri çerçevesinde kritik alanlarda önemli işler yapmak üzere olan biri gibi hissetmiştim. İki ülkenin halkları arasındaki bağları güçlendirme misyonunu yüklendiğimi hissetmiştim.

Türkiye’ye son gelişimin üzerinden 5 yıl geçmişti. Ankara’ya geldiğimde Türkiye ekonomik olarak gelişmiş ve zengin görünüyordu. Halkın, özellikle de gençlerin özgüveni oldukça yüksekti. Ne yazık ki, benim Fulbright bursiyeri olarak Türkiye’de bulunduğum dönemde ve 1990’ların büyük bir kısmında, PKK terörü tüm şiddeti ile ülkeyi sarmış durumdaydı. Bu dönem, Öcalan’ın Kenya’daki Yunan Konsolosluğu’nda çıkarken yakalanmasına kadar sürdü.

Araştırmalarınız süresince Türkiye’nin değişik bölgelerini görme fırsatınız oldu mu? Olduysa, Türk kültürü ve akademik yaşamı hakkında sizi en çok etkileyenler nelerdi?

Batı Anadolu bölgesindeki Türk kültürüne zaten aşinaydım, çünkü ailem Egeli. Ege Kültürü I. Dünya Savaşı ve sonrasında Balkanlar’dan gelen binlerce göçmeni kabul ederek Türkiye Cumhuriyeti’ne olan bağlılığını da göstermiştir. Güneydoğu Anadolu’nun kültürü ise benim için çok zorlayıcıydı. Bölgeye ilk girdiğim Urfa’dan, kuzeydoğuda, Ermeni sınırındaki Iğdır’a kadar günlük dil çoğunlukla Kürtçeydi. Ben ne Kürtçe ne de Zaza’ca, Kurmanci veya diğer lehçeleri konuşabiliyordum. Neyse ki mesleki dil Türkçe ve zaman zaman İngilizceydi.

Bir gün Van’da otelimde dinlenirken okuduğum National Geographic dergisinin son sayısında Kürtler ’in Türkiye’de kendi dillerini konuşmaya korktukları anlatılıyordu! Bunu okuyunca “Gerçekten mi?” dedim, çünkü bu doğru değildi. Fulbright bana Türkiye hakkında uzman olduğunu iddia eden birçok yazar ve yayının ileri sürdüklerinin doğruluğunu sorgulama imkânı verdi.

Ayrıca Doğu Anadolu’da, her ne kadar kanunlar ve hükümet nezdinde olmasa da aile ve köy kültüründe kızların ve kadınların ikinci sınıf vatandaş olduğunu gözlemledim. Babalara kaç çocukları olduğunu sorduğumda genelde kızlarını saymıyorlardı. Van’da, Selahattin adlı genç bir Kürt çocuk, beni Ermeni öncesi dönemde bölgede yaşamış Urartulardan kalma kalıntılara götürmeyi teklif etti. Van’ın antik bölgesinde, Urartu kalesine yakın bir köyde yaşıyordu. Köyü ziyaret ettiğimde tüm kızlar ve kadınların göl kıyısındaki bataklıklardan Seymiz otunu topladıklarını gördüm. Seymiz, yemeklerinin önemli bir malzemesiydi. Peki erkekler neredeydi?  Yetişkin erkekler kahvehanelerde, erkek çocuklar ise okuldaydı. Selahattin o gün benimle ilgilenmek için okula gitmemişti. Selahattin’e, yardımlarından dolayı 50 TL verdim. Parayı babasına değil, annesine vermesini söyledim. Annesinin, beş kardeşinden sonuncusu olan kız kardeşini doğururken öldüğünü öğrenince de parayı ailesindeki ya da köyündeki en yaşlı kadına vermesini söyledim.

Akademik yaşam ise, öğrenme ile eğlencenin zengin bir birleşimiydi. Sosyalleşmeyi içeren çay ve kahve araları, uzayan öğle ve akşam yemekleri, o bayram, bu bayram derken ortalama bir Türk öğrencinin çalışmaya iki kat zaman harcadığını gözlemledim. Diğer öğrenciler, benim saatlerce, yerimden kalkmadan bilgisayarımın başında çalıştığıma hayret ediyorlardı. Onlar da bunu deneyince çok daha fazla iş bitirdiklerini gördüler! Ama uzun dönemde benim çalışma stilimin çok sağlıklı olmadığına karar verdiler. Şimdi 25 yıldır D.C. de avukat olarak çalışan, 54 yaşında biri olarak onlarla aynı fikirde olduğumu söyleyebilirim. Ancak hangi artılar ve eksilerle, fiziksel, duygusal, profesyonel ve manevi anlamda nereye vardığımızı da merak ediyorum.

ABD’deki Türk-Amerikan derneklerinde aktif olarak çalıştığınızı biliyoruz. İki ülke arasında daha kuvvetli bağlar kurma açısından bu derneklerin önemini anlatabilir misiniz?

Ara sıra engellerle karşılaşmış olsam da çok doyurucu bir yaşamım oldu. Örneğin, Türk-Amerikan Dernekleri Birliği’nin 14. Başkanı oldum; ama bu organizasyonun ilk ABD doğumlu başkanıydım. Bu başkanlık çok pahalıya mal oldu, çünkü seçilmemi engellemek amacıyla bu derneğe dava açıldı. Bazıları, Türkiye’de doğmamış birinin gerçek bir Türk olamayacağını dile getirdiler. Neyse ki davayı sonlandırdık ve çalışmalarımı, yapabileceklerimi gösterme, ortaya koyma imkânım doğdu.

O zaman da şimdi de geçerli olan iki prensibim var:

  1. Dinler arası diyalog mu diyoruz? Önce Türkler arası diyalogu deneyelim. Eğer birbirimizle geçinmeyi öğrenebilirsek, belki o zaman hizmetlerimizi başkalarına sunabiliriz!
  2. Türk-Amerikan Çeşitliliği içinde dayanışma.

Bugün ben Türk Amerikan çeşitliliği içerisinde dayanışmaya dayalı Türk Amerikan sivil katılımını güçlendirmek amacı taşıyan çağdaş bir iyi niyet çabası olan Türk Amerikan Ulusal Yönlendirme Komitesinin eş başkanı olarak görev yapıyorum. Ebeveynlerimin döneminde Türk Amerikan göçmenlerin çoğu Türkiye’nin büyükşehirlerinden gelen, doktor ve mühendis gibi profesyonellerdi. Bugün ise Türk-Amerikalıların büyük çoğunluğu inanç temelli aileler kuran, küçük işletme sahipleri ve nitelikli işçiler. İnanıyorum ki Türk Amerikalılar olarak hem anavatanımız Türkiye hem de şimdiki vatanımız ABD’yi zenginleştirecek toplu mirasımızla karşılıklı saygı ve düşünce içinde toplumumuzu ilgilendiren sorunlarla ilgili daha mükemmel bir birlik içinde olabiliriz.

Bugünlerde, Türk Amerikalılar benim dört boyutlu dediğim bir kamuoyu savunuculuğu programını finanse edip uyguluyorlar. Bu programda TASC gibi geleneksel lobi faaliyetleri yürüten gruplar; Türk Koalisyonu Siyasi Eylem Komiteleri (TC PAC’leri); anayasal haklarımızı savunan Türk Amerikan Yasal Savunma Fonu (TALDF); ve Washington D.C. Türk Festivali gibi kültürel etkinlikleri organize eden Washington D.C. Amerikan Türk Derneği gibi gruplar var. Bütün bunlar gerçek bir takım çalışması sonucunda Washington D.C. ve ülke çapında hatırı sayılır bir güce ulaştı.

Fulbright bursları ile Türkiye’ye gelmeyi planlayan Amerikalılar’a  neler tavsiye edersiniz?

1. Evinizde ayda bir parti düzenleyin. Bu partide, karşılıklı saygı, nezaket ve klasik Rock’n Roll ortamında içki, meşrubat ve ayran olsun. Bu bana Hukuk Fakültesinde okurken şimdiki ortağım David Saltzman ile “Daren ve Ördek Kafalar” adında bir grupta gitar çaldığımız zamanı hatırlatır. O zamanlar sloganımız “ne kadar içersen müziğimizi o kadar beğenirsin”di. Bu şimdi de geçerli, insanları ne kadar iyi tanırsanız, farklı kültürleri ve daha geniş anlamda insanlığı daha iyi anlamaya başlarsınız.

2. Zihinsel ve duygusal filtrelerinizin farkında olun. Anneannem Zekavet, “Başkalarını kendim gibi bilirim” derdi. Bu da şu demek: genelde başkalarını kendi kişisel yaşam deneyimlerimiz ve benlik bilincimize bağlı olarak yargılama veya bilgiyi filtreleme eğilimindeyiz. Başkalarını yargılamak büyük bir kibirdir ve bunu duygusal zekâsı yüksek bir toplumdan saklayamazsınız; sadece nezaketlerinden bunun farkında olduklarını size söylemezler.

Türkiye’de hukuk öğrencileri ve mezunları arasında ABD’de yüksek lisans ve doktora yapma konusunda ciddi bir ilgi var. ABD’de LL.M. ve J.D. dereceleri almak isteyen öğrenciler için tavsiyeleriniz var mıdır?

İşte bu, Türk hukuk öğrencilerinden sıklıkla aldığım bir soru. Bu konu ile ilgili her hafta en az bir e-posta alıyorum. Aklımda bu tip sorular için hazırladığım bir hazır cevap var, ama akademik ve kariyer hedeflerinden bahseden kişisel bir e-posta yazmaya vakit ayıran bu öğrencileri anlayabiliyorum ve onlarla yazışmaya başlıyorum. Daha önce belirttiğim gibi, “Türkler arası diyalog”!

Hukuk Yüksek Lisansı (LL.M.) derecesinin, 3 yıllık hukuk doktorası (JD) derecesinden çok daha az değerli olduğuna inanıyorum. LL.M. programı, JD eğitiminin sağladığı Anglo-Amerikan hukuk eğitiminin sağlayacağı deneyimi sağlayamıyor. Eğer Amerika’da avukat olarak çalışmayı hedefliyorsanız bunu dikkate almalısınız, çünkü hukuk firmaları JD mezunlarını tercih ederler. JD mezunları çok daha az denetim gerektirir ve çok daha fazla saat çalışabilirler. Hukuk firmaları ticari birer işletmedir ve avukatın saatlik ücreti üçe bölünerek 1/3’ü ortaklara, 1/3’ü işletmenin genel giderlerine ve 1/3’ü de avukatın maaşına olacak şekilde dağıtılır.

ABD’de okumak isteyen her Türk hukuk öğrencisine önce Türkiye’de bir hukuk fakültesini bitirmelerini ve daha sonra kaliteli bir Amerikan Hukuk fakültesinden JD derecesi almalarını tavsiye ederim Özellikle ilk yılı çok fazla olmak üzere çok çalışmaya hazır olsunlar. Sınıf arkadaşlarının entelektüel birikimleri ve zengin yaşam deneyimlerini saygı ve hayranlıkla karşılamaya hazır olsunlar. Profesörlerin çok yüksek beklentilerine karşılık vermeye hazır olsunlar. JD deneyiminin içine girmeye hazır olsunlar. Hukuk Fakültesine, “kıskanç metres” adı verilir. Dolayısıyla kız ya da erkek arkadaşınız tarafından terk edilmeyi göze almalısınız!

Anglo-Amerikan hukukunu öğrenme ve Amerika’da hukuk alanında çalışma konusunda ciddi olan her Türk öğrencinin JD eğitimini almasını öneririm. JD programı, lisans eğitiminin ertesinde yer aldığı için öğrenciler yaşça daha büyük, olgun ve kişisel, sosyal ve profesyonel olarak daha deneyimli oluyorlar.

ABD’de 500’den fazla hukuk fakültesi var. Sadece Washington D.C.’de gündüzleri basit işlerde çalışıp, akşamları binlerce dolar kazanarak barmenlik yapan, 20.000’den fazla işsiz avukat var. Bunu biliyorum, çünkü ben de kendi hukuk büromu kurmak istediğimde işe öyle başladım.

Eğer hukukçu bir aileden gelmiyorsanız, kaliteli bir Amerikan hukuk fakültesinde çok dezavantajlı olursunuz. Benim öğrenciliğimde etrafımdaki öğrencilerin çoğu anne babalarının ya da büyükanne ve/veya büyükbabalarının avukat ya da hâkim olduğu ailelerde büyümüşlerdi. Onlar büyürken, hukuk dilini konuşarak, hukuk felsefesi ile düşünerek ve Anglo-Amerikan hukuk mirasının kültürünü hissederek büyüdüler. Benim için ise bu, her hevesli göçmen gibi benimsemem ve çabucak uyum sağlamam gereken yabancı bir dünyaydı.